Gecmis - Gelecek

Paylasmak Guzeldir

Friday, November 10, 2006

10 Kasım

Karşımıza çıkan zorlukların bizi yıldırdığı zamanlar olur bazen. O zamanlarda bize destek olacak kimseyi de bulamayabiliriz. Böyle zamanlarda kendimize ve yaptığımız işin doğruluğuna inanmak, başaracağımıza güvenmek en güçlü dayanağımızdır aslında. Başarıya ulaşan hiç kimse bunu kolay yapmamıştır. Aşağıdaki durumda biz olsak nasıl hareket ederdik dersiniz?



Aşağıdaki yazıyı Melih Aşık’ın Milliyet’teki köşesinden aldım.



Kimdi bu adam?


7 yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. 8 yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı...
10 yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. Ailesi onu okuldan aldı.
17 yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı.
24 yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı.
25 yaşında sürgüne gönderildi...
27 yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı kendisinin de üyesi bulduğu derneğin çalışmalarıyla kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu.
30 yaşında kendisi başka şehirleri düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.
30 yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. Aylarca boş kaldı.
37 yaşında böbrek hastalığından Viyana'da 2 ay hasta ve yalnız halde yattı.
37 yaşında komutan olarak yeni atandığı ordu, dağıtıldı.
38 yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı.
38 yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı. 38 yaşında kendisi için tutuklama kararı çıkarıldı.
39 yaşında idam cezasına çarptırıldı.

Sonra ne mi oldu? 42 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu!

Bu öykü efsanevi lider Mustafa Kemal Atatürk'e aittir.

Mümin Sekman, bu öyküyü, insanoğlunun azmine örnek olarak yazmış. Diyor ki:
- Başarınızın önündeki engel ne? Paranız mı yok? Atatürk'ün de yoktu! Sağlığınız mı bozuk? Atatürk'ün de bozuktu! Çevrenizde sizi çekemeyenler mi var? Atatürk'ün de vardı! Bazı yakın arkadaşlarınız sizi arkadan mı vurdu? Atatürk'ün de başına geldi! Aileniz çok zengin değil miydi? Atatürk'ünki de değildi! Amirleriniz hakkınızı mı yiyor? Atatürk'ünkini de yemişlerdi! vs..vs...vs..
Özeti: Çaresizlikten yakınmayın.. Çare sizsiniz..



Olaylara ve kişilere zaman zaman farklı açılardan bakmak, bize çıkarılacak yeni dersler sağlıyor.

Monday, November 06, 2006

Ermeni Lejyonu

Ne zaman Ermenilerden söz açılsa yalnızca masum halktan bahsediliyor. Sonucunda suçsuz insanların zarar görmesine yol açacağını bile bile silaha sarılan, hatta kendi insanlarının zarar görmelerini sağlayarak bunlar üzerinden propaganda yürüten silahlı Ermeni çetelerinden, Taşnak örgütünden ASALA’ya uzanan bağlantılardan söz eden dostumuz nedense pek çıkmıyor. Tarihten ihtiyaca göre seçilen olaylar, bir toplumu topyekün suçlu ya da masum ilan etmek için kullanılabiliyor. Çifte standartlar, tarihin selektif verilişi, aslında hep bildiğimiz, ancak artık geçmişte kaldığını zannettiğimiz konular. Artık eskilerde kaldığı için unutulmaya başlayan bir girişimi araştırmalarım sırasında tekrar karşımda buldum. Ermenileri Türklere karşı silahlandıranların bunu yalnız terör örgütlerini gizli gizli destekleyerek değil, yeri geldiğinde açıktan açığa yapmaktan da çekinmediklerini gösteren bir örnek olarak ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Bu oluşumun arkasındaki ülke eminim sizi şaşırtmayacaktır.


Fransız Ermeni Lejyonu



Ermeni Lejyonu I. Dünya Savaşı sırasında Fransız Ordusu içinde bir birlik olarak kuruldu. Osmanlı İmparatorluğuna karşı Ermeni çeteleri ile birlikte çarpıştılar. Orijinal adları “La Légion d'Orient” yani Doğu Lejyonu idi.(1) 1 Şubat 1919”da "La Légion Arménienne" Ermeni Lejyonu olarak değiştirildi.
Ermeni Lejyonu, 15 Kasım 1916’da Fransız Savaş Bakanı General Roques ve Donanma Bakanı General Lacaze tarafından Paris”te imzalanan bir kararla kuruldu. Lejyonun Kıbrıs’ta konuşlandırılması, Osmanlı vatandaşı Ermeni ve Suriyeli gönüllülerden oluşması planlanmıştı. Lejyona Fransız subaylar komuta edecekti, Gönüllüler yerel Ermeni komiteleri tarafından toplanacak, eğitilmek üzere ve Fransa’ya, Bordeaux ve Marseille’e gönderilecekti. Komitelerin masrafları Fransa tarafından karşılanacaktı. Lejyon Fransız Savaş Bakanlığının sorumluluğu altında faaliyet gösterecek ve katılanlara Fransız askerlerine eş şartlar sağlanacaktı. Lejyona Suriye’de karargah kurmuş olan Fransız donanmasının savaş bütçesinden 10.000 Frank tahsisat ayrıldı ve oluşturulan birlikler Klikya, bugünkü adıyla Çukurova bölgesine sevkedildi. (2)

Paris Barış Konferansı'ndaki Ermeni heyeti başkanı Bogos Nubar Paşa’nın girişimleriyle tamamına yakını Ermenilerden oluşturulan lejyon, 1916 da Kahire’ye yerleştirildi. (3)

Burada Bogos Nubar Paşa ile ilgili bir parantez açmak gerekebilir; Mısır Ermenilerinden Bogos Nubar, Mısır'da vezirlik payesine sahip Nubar Paşa’nın (1824-1899) oğludur. 1851’de İstanbul’da doğmuş, İsviçre ve Fransa’da tarım ve mühendislik okumuş, Mısır’da demiryolları müdürlüğü yapmış, Sudan sulama projesini yürütmüş, şirket yöneticiliği ve bankerlik yapmıştır. Babası gibi o da Mısır Hidivinden paşalık ünvanı almıştır. I. Dünya Savaşını izleyen dönemde Ermeni toplumunun Avrupa’daki temsilciliğini yapmış, 1930’da Paris’te ölmüştür. (4, 5)

Bogos Nubar Paşa ile Fransız askeri ve siyasi yetkilileri arasında varılan anlaşmaya göre lejyon Klikya bölgesinde Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğundan bağımsızlıklarını kazanmalarına katkıda bulunacak, ileride kurulacak Ermeni ordusunun da çekirdeğini oluşturacaktı. Kuruluşunda 800’er kişilik 6 müfrezeden oluşan lejyonun komutası General Edmund Allenby’e verildi.

Lejyon Kıbrıs’ta eğitildikten sonra ilk olarak Filistin cephesinde Osmanlı ve Alman ordularına karşı savaşan Fransız ve İngiliz birliklerine yardım için görevlendirildi. Daha sonra da, önceden kararlaştırıldığı üzere Anadolu’ya sevkedildi.(6) Adana ve Mersin civarında etkili olan lejyonun verdiği destekle Ermeniler 1919 yılında bağımsız Klikya devletini kurduklarını ilan ettiler. Fransızlar 1920 yılında Türkiye’nin bölgedeki egemenliğini tanıyıp Ermeni Lejyonunu dağıtınca bu girişim de ortadan kalktı. (7, 8)






(1) http://www.hairenik.com/armenianweekly/may_2003/history003.html
(2) http://www.haydjampa.org/Dossiers/HayLegion/p2.htm
(3) Richard G. Hovannisian, Armenia on the Road to Independence,' 1967
(4) http://www.osmanli.org.tr/yazi.php?bolum=4&id=256
(5) http://yayim.meb.gov.tr/dergiler/sayi38/142.htm
(6) http://legionarmenian.free.fr
(7) http://www.hairenik.com/armenianweekly/august_september/history002.html
(8) http://tekeyan.kronotech.com/Cilicia/homeland.htm

Thursday, November 02, 2006

Türk- Ermeni İlişkileri ve Mağduriyet Psikolojisi

Aşağıdaki alıntı, Siyaset Psikolojisi Uzmanı Uzm. Klinik Psikolog F. Sevinç Göral’ın “Psikoloji ve Psikanaliz Penceresinden Türk- Ermeni Meselesi : Mağduriyet Psikolojisi ve Büyük-Grup Kimliğinin Etkisi “ adlı yazısından yapılmıştır. Türk ve Türkiye düşmanlığının canlı tutulmasının, “seçilmiş travma”nın çeşitli ülkelerde etnik kimlik bilincini ayakta tutmakta kullanılması konusunda düşünmeye yöneltmesi açısından önemli.

...

Travma insan zihninde ve psikolojisinde önemli bir etki bırakır. Yaşanan şeyin niteliğinden ziyade, nasıl algılandığı ve anlamlandırıldığı, bu etkilenmeyi belirler. İnsan zihninin travmayı çözümleyip eski işlevselliğine dönebilmesi için çiğnenmeden yutulmuş bir yiyeceği midenin öğütmesi gibi işlemden geçirmesi, eski zihinsel yapıları yenileriyle değiştirip güncellemesi, yani sarsılmış olan inanç ve değerler sistemini yeniden oluşturması gerekir. Benzer bir süreç kayıp sonrasındaki yas ve matemde de görülür. Sürecin tamamlanıp kaybın kabul edilebilmesi, kaybedilenin anılarının geçmişte saklanması, geleceğe taşınmaması için kişinin yas sürecini yaşaması gerekir.
Toplumsal travmalar da büyük-grup kimliğinde kayıp ve travmanın yarattığı bu etkilere yol açar. Bir grup kendini diğer grup karşısında aciz, zarar görmüş, çaresiz ve mağdur olarak görüyorsa, bunu “seçilmiş travma” olarak algılayıp bu olayı geleceğe taşır. Yas süreci tamamlanana kadar bu olay nesiller arasında aktarılarak ve çeşitli şekillerde canlı tutularak geleceğe taşınır.(1) “Nesiller arası geçiş yetişkin bir insanın bilinçdışı olarak, travmatize olmuş benliğini, gelişmekte olan bir çocuğun kişiliği üzerine dışsallaştırmasıyla oluşur. Çocuk bir önceki neslin istenmeyen, sorunlu parçaları için bir rezervuar (depo) haline gelir.” (2) Yetişkin bu aktarımı her zaman bilinçli olarak yapmaz. Sözsüz iletişim kaynaklarından ya da aile geçmişinin aktarılması sırasında farkında olmadan aktarılan zihinsel imgelerle çocuğa “benim yerime benim tutamadığım yası tut”, “ben aşağılandım sen bunu tersine çevir”, “sen benim olamadığım şekilde girişken ol kendini koru ve hakkını savun”, “kurban olma durumumuzu idealize et”, “bana uygulanan şiddetin intikamını al”, “yaşadığımız travmayı tamir et” mesajları verilir.(3)
Bir seçilmiş travma, nesiller arası aktarımı gerçekleşirken grubun liderleri tarafından çeşitli nedenlerle alevlendirilebilir. Grubu uyanık tutmanın ve istenilen yönde hareketlendirmenin en kolay yollarından biri, dışarıda bir tehdit olduğu algısının yaratılıp, gruptaki uyuyan biz-lik duygusunu uyandırmaktır. Seçilmiş travma bunun için en uygun araçtır. “Zaman çökmesi” kavramı bu noktada önem kazanmaktadır. Uyumakta olan grup kimliği, tarihte yası tam tutulmamış bir kayıp ve/veya travmanın yeniden gündeme getirilmesi durumunda, sanki olay yeni olmuş gibi etki eden bir mekanizma ile yeniden canlandırılır.(4) Bu, olay sanki dün yaşanmış, zaman geçmişten gelip “şimdi”nin üzerine çökmüş gibi, toplum içinde çok canlı duyguların yaşanmasına neden olur. Bu duygular toplumsal hareketlendirme (social mobilization) amaçlı olarak kullanılır.
Bu pencereden bakıldığında, 1915 tehcirinin Ermeniler için “seçilmiş travma” olarak işlev gördüğünü, Ermeni kimliğinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığını, özellikle diasporadaki Ermeniler için önemli bir biz-lik duygusu kaynağı oluşturduğunu söylemek mümkündür. Ermenistan iç politikasında işgal ettiği konuma ve Ermeni diasporasının soykırımın tanınması yönünde ortaya koyduğu faaliyetlerinin yoğunluğuna bakıldığında 1915 tehcirinin, neredeyse dört kuşak geçmesine rağmen hâlâ ne denli önemli bir olay olduğu, bireyleri duygusal olarak ne kadar etkilediği görülmektedir. Tehciri yaşamamış olmasına rağmen ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilerde, birinci kuşağa göre daha çok Türk düşmanlığının görülmesi ve sonraki kuşakların soykırımın kabul edilmesi taleplerinde daha radikal olması, gerçekliğin arkasında psikolojik kökenli süreçlerin işlediğini dile getirmek için yeterlidir. Ermenistan politikaları medya ve eğitim araçlarından yararlanarak toplumu soykırım yapıldığı söylemi etrafında homojenleştirecek şekilde dezenformasyona tabi tutup, nesiller arası aktarımı pekiştirmeye çalışmakta ve zaman çökmesi yaratmaya çalışarak 1915 tehcirini kendi çıkarları doğrultusunda Ermeni politikası içinde kullanmaktadır.

...



(1)Vamık D. Volkan, Politik Psikoloji, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1993, s. 70.
(2)Volkan, Kanbağı..., s. 57.
(3)Vamık D. Volkan, “Psikanaliz ve Tarih Bağlantısı”, Psikanalitik Bakış 2: Bireyin Tarihi, Tarihin Psikanalizi Sempozyumu, 24- 26 Nisan 2004, İstanbul.
(4)Vamık Volkan buna örnek olarak, Osmanlı Devleti’nin 1389’da Sırp topraklarını aldığı Kosova Savaşında ölen Sırp Prensi Lazar’ın kemiklerinin, Miloseviç tarafından savaşın 600. yılında, 1989’da, köy köy gezdirilmesini ve bunun, daha sonra Bosnalı Müslümanların soykırıma uğratılması suçuna kadar götüren süreci nasıl başlattığının öyküsünü dile getirmektedir. bkz. Volkan, Kanbağı..., ss. 65-100. Ayrıca anıtların, edebiyatın, sinema endüstrisinin... vs. seçilmiş travmaları kullanarak biz-lik duygusunu, yani büyük-grup kimliğini belli amaçlarla canlı tuttuğu bilinmektedir.

Wednesday, November 01, 2006

Özgürlük Heykeli



Aşağıdaki makaleyi Murat Bardakçı’nın Hürriyet Gazetesindeki köşesinde okudum. Çok ilginç geldiği için görmemiş okuyucularla paylaşmak istedim. Çalışmayı Mahmut Esat Ozan yapmış. Mahmut Esat Ozan ABD’de yaşıyor MDCC-North Campus' Department of International Studies in Miami Dade County, Florida’da “Professor Emeritus” ünvanı ile 38 yıl ders verdikten sonra emekli olmuş. 10 yıldan uzun bir süredir de ABD’de yayınlanan The Turkish Times’da yazan değerli bir gazeteci, araştırmacı.







New York'taki Özgürlük Heykeli'nin parasını Sultan Abdüláziz ödemişti


Heykel, 19. yüzyılın ortalarında Türk toprağı olan Mısır'a dikilmesi maksadıyla Fransızlar tarafından hazırlanmış ama sonradan yaşanan bazı şanssızlıklar yüzünden Mısır yerine Amerika yolunu tutmuştu. İşin daha da garip tarafı, heykelin masraflarının büyük kısmının, zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz tarafından bizzat ödenmiş olmasıydı.

‘NEW York' dendiği zaman, çoğumuzun hatırına ilk önce Manhattan'daki gökdelenler ve şehrin hemen önündeki adada yükselen, kaidesiyle beraber tam 93 metrelik ‘Özgürlük Heykeli' gelir.

1880'li senelerde Fransa'da yapılan Özgürlük Heykeli'nin masraflarının büyük kısmının bizden çıktığını, projesinin New York'a değil, o yıllarda Türk toprağı olan Mısır'a dikilmek üzere hazırlandığını ve son anda yaşanan bir talihsizlik neticesinde Amerika'ya gittiğini bilir misiniz?

İşte, kaçırılan bu fırsatın kısa öyküsü:

19. asırda Osmanlı İmparatorluğu'nun toprağı olan Mısır, yüzyılın ilk yıllarından itibaren Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın soyundan gelen ‘Hıdiv' unvanlı valiler tarafından idare ediliyordu ve içişlerinde bağımsız hale gelmişti. Mısır valileri, sadece yabancı memleketlerle imzaladıkları anlaşmalarla mali protokolleri padişaha tasdik ettirmekle yükümlüydüler ve İstanbul, bu gibi talepleri genellikle her zaman yerine getiriyordu.

Mısır Valisi Said Paşa'nın Fransız mühendis Ferdinand de Lesseps'e 1854'te hazırlattığı ve Akdeniz ile Kızıldeniz'i birbirine bağlayacak olan Süveyş Kanalı projesi de onaylaması için Osmanlı hükümdarına sunulmuştu. Projenin arkasında Fransa vardı ama İngiltere, Akdeniz'deki ve Hindistan'daki hákimiyetini sona erdirebilecek olan böyle bir hazırlığa karşı çıkıyor ve zamanın hükümdarı Sultan Abdüláziz'i, projeyi reddetmesi için devamlı bir baskı altında tutuyordu.

Said Paşa, İstanbul'un tasdikini beklemedi ve 1854'ün 30 Kasım'ında Fransız mühendise projenin hayata geçirilmesi için gerekli şirketin kurulması iznini verdi. Fransız sermayesiyle kurulan şirketin hisse senetlerinin tamamı satılınca İngiltere, Sultan Abdüláziz'e daha da fazla baskı yapmaya başladı ve hükümdar, Mısır Paşası'nın projesini 12 yıl boyunca onaylamadı.

Mısır tarafı ise, İstanbul'un tasdiki gelmeden işe başladı ama Said Paşa 1863'te birdenbire ölüverdi. Yerine geçen İsmail Paşa ise Fransız değil, İngiliz taraftarıydı, bu yüzden iktidarının ilk yıllarında projeye gereken önemi vermedi ama daha sonraki senelerde Kanal'ın Mısır'a nasıl bir hayati değişiklik getireceğini farkedince işe o da dört elle sarıldı. Kazılar neredeyse tamamlanmak üzereyken Fransız hükümeti, Sultan Abdüláziz'e İngilizler'den daha fazla baskı yapmaya başladı. Sultan Abdüláziz, 1866'nın 19 Mart'ında yayınladığı fermanla Kanal'a izin verirken Kanal Şirketi ile Said ve İsmail Paşalar arasında varılan anlaşmaları onayladı, üstelik Mısır'ın kanal inşaatı için yaptığı dış borçları de devlet garantisi altına aldı ve kendisi de Kanal Şirketi'nin hisselerine oldukça yüksek bir mebláğ yatırdı.

ASYA'NIN IŞIĞI OLACAKTI

Said Paşa ile kanalın mühendisi olan Ferdinand de Lesseps arasında 1854'te varılan anlaşmanın çok ilginç bir maddesi vardı: Kanal'ın Akdeniz'e açıldığı yere dev bir heykel dikilecekti. Heykel, firavunlar zamanının giysilerine bürünmüş bir kadın şeklinde olacak ve elinde ‘Asya'nın ışığının Mısır'dan geldiğini' sembolize eden bir meşale tutacaktı. Sultan Abdülaziz'in ödediği paralar arasında yapılacak olan heykelin masraflarının bir bölümü de vardı.

Paşa ve mühendis, eseri Fransa'nın tanınmış heykeltraşlarından olan Frederic Auguste Bartholdi'ye sipariş ettiler, hatta bir hayli avans da ödendi ve Bartholdi işe başladı. Dikileceği yerde monte edilecek şekilde parçalar halinde hazırlanan heykel birkaç sene sonra tamamlanmış, kanalın Akdeniz'e açıldığı yerde birkaç hafta içerisinde yerleştirilebilecek hale getirilmiş ve Marsilya'dan bir gemi ile Mısır'a nakledilmesinin hazırlıklarına bile girişilmişti.

Ama, Said Paşa'dan sonra Mısır'ın başına geçen İsmail Paşa, Müslüman bir memlekette böylesine büyük bir heykelin dikilmesinin halk arasında hoşnutsuzluk yaratacağını düşündü ve mühendis Ferdinand de Lesseps'e, heykelin Mısır'a getirilmemesi talimatını verdi. Mühendis'in Paşa'yı ikna çabaları neticesiz kaldı. Süveyş Kanalı 1869 Kasım'ında dünyanın dört bir tarafından gelen davetlilerin katıldığı büyük ama ‘heykelsiz' törenlerle açıldı. Bartholdi'nin eseri ise, Mısır'da bu yaşananlardan sonra Paris'te bir depoya kondu ve tozlanmaya terkedildi.

O yıllarda dünyanın bir başka tarafında, Fransa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında büyük bir muhabbet yaşanıyor ve taraflar birbirlerine jest üstüne jest yapıyorlardı.

HEYKEL, AMERİKA YOLUNDA

Paris'te kurulan Fransız-Amerikan dostluk grubunun lideri olan Edouard Rene Lefebvre de Laboulaye, Fransız Hükümeti'ni Amerikalılar'ın Fransa'nın dostluğunu daima hatırlamaları için bir hediye gönderilmesi konusunda ikna etti ve hediyenin devásá bir heykel olması kararlaştırıldı. Heykel bir elinde hukuku simgeleyen bir kitap tutacak, diğer elinde de ‘dünyayı aydınlatan özgürlüğün sembolü' olan bir meşale taşıyacaktı.

Sipariş gene aynı heykeltraşa, Frederic Auguste Bartholdi'ye verildi. Bartholdi'nin eseri zaten hazırdı, senelerden beri bir depoda beklemedeydi ve tek eksiği üst kısmında, yani elleriyle kollarında ve yüzünde bazı değişiklikler yapılmasıydı.

Amerikalılar heykelin New York'un hemen girişinde bulunan ufak adalardan birine yerleştirilmesine karar verdiler. Bartholdi, kaidenin yerini görmek için New York'a gitti ve Paris'e dönüşünde yeniden işe başladı. Bakır ve çelikten yaptığı heykelin mühendisliği ilgilendiren taraflarını Paris'e kendi adıyla anılan bir kule dikmiş olan Gustave Eiffel ile beraberce çalışarak tamamladı ve 1884 Haziran'ın ilk günlerinde eserini Fransız hükümetine teslim etti. Bartholdi heykelin yüzünü tamamen değiştirmiş ve metale annesi Charlotte'in siluetini işlemişti. Birbirine monte edilecek şekilde yapılmış 350 parçadan oluşan heykel ‘İsere' adındaki bir Fransız gemisine yüklendi ve 4 Kasım 1885 günü New York'a ulaştı.

New York'ta, bu arada heykelin kaidesinin yapımı için bir bağış kampanyası başlamış, ilk bağışı Macar göçmeni olan, New York'ta ‘World' adında bir gazete çıkartan Joseph Pulitzer yapmış ve kaide için 100 bin dolar vermişti. Macar göçmeni gazeteci, daha sonra gazetecilikte dünyanın en büyük ödülü sayılan ‘Pulitzer'in de isim babası olacaktı.

Kaidenin inşasından sonra sıra heykelin dikilmesine ve resmi açılışa geldi. Bartholdi, New York'a yanına bu defa Süveyş Kanalı'nın mühendisi ve heykelin fikir babası olan Ferdinand de Lesseps'i de alarak gitti ve 1886'nın 25 Ekim'inde yapılan törende eserinin açılışını bizzat yaptı.